Mahalle Maçı -2-

Kısaca mahallenin coğrafi özelliklerini anlattık. Futbol oynayacağınız, dut yiyeceğiniz, bahçelerinden meyve araklayabileceğiniz ve ağaca çıkıp ebeveynleriniz görmeden sigara, bira içeceğiniz mekanları öğrendiniz. Şimdi o arsalarda bir üniversite binası, bir hastane, 6 apartman ve oturup ağlayacağınız bir yeşillik var. O sokaklardaki çocuklar 3 kıtada yaşıyorlar. Her meslek grubunda o çocuklardan birisine denk gelebilirsiniz. 1984 yılında Gayrettepe’nin merkezi sayılacak şimdi hastane olan arazinin karşısına Beşiktaş Belediyesi bir park yaptı. Emniyet müdürlüğünden şimdiki hastaneye çıkan yolun sol tarafında güzel bir basketbol sahası olan park. O park bizim deplasmanımızdı. Futbol oynardık çoğunlukla. Spor Sergi, İnönü, Ali Sami Yen nesliydik biz. Fenerbahçe stadı henüz açılmıştı. Maçtan maça koşardık. Fenerbahçeliydik ancak Sami Yen’de kimin maçı olursa olsun giderdik. Ya açık tribün gişelerine tırmanıp tuvalet camlarının oradaki demirlerin altından süzülürek girerdik içeri ya da 60-70 dakika bekler kapılar açılınca son bölümünü izlerdik maçın. Fenerbahçe maçlarına mutlaka zamanında girerdik. Maçlar öğlen oynandığı için derbi maçlarda sabahın köründe, diğer maçlarda ise sabah 8-9 gibi stadyumda olurduk. Sami Yen’in yanında bulunan kömürlük denen sahaya futbol oynamaya gittiğimiz olurdu bazen. Sami Yen’den Tekel tarafına yürüyüp şimdi banka ya da telekom binası olan arazi boştu. Kapatıldığı 1984 yılına kadar Milo Baylan çikolata fabrikası vardı orada ve o arazi beton sahaların en kralıydı. Çikolata kokuları altında futbol oynanırdı orada. Kemal Sunal filmleri o mahallede çekilirdi bazen. Kısaca mahalle değil Ajax tesislerinin beton, asfalt, toprak versiyonuydu. Ara sıra Fulya tarafına inerdik. Dereyolu denirdi Fulya’ya giden yola. Yol falan değildi. Sanırsın köy yolu. OTİM açılınca araba geçer hale getirilmişti. Oradan Beşiktaş tesislerine giderdik. Bizden daha iyi durumda değildi Beşiktaşlı futbolcular. Toprak sahada antrenman yapıyorlar, çamura toza bulanıyorlar, soğuk duşlarda yıkanıyorlardı. Amatör maçlar olurdu Fulya stadında. Bazen 19 Mayıs provaları da orada yapılırdı. Hatta Galatasaray’ı 3-0’dan 4-3 yendiğimiz o sene 19 Mayıs provaları Fulya Stadı’ndaydı. Esentepe’de şimdi otellerin arasında otopark olan yerde basket sahası vardı. Orası da çok önemliydi. Minyatür kale maçlar ve saçma basketbol aktivitelerimize evsahipliği yaptı uzun zaman. Biz deplase çocuklardık. Çırağan Sarayı bahçesinde o meşhur sahayı görmüş, top oynamış, oradaki havuzun ve boğazın keyfini doyasıya yaşamıştık. Bizim mahalle tüm sokaklarıyla futbola adamıştı kendini. Sonuçta futbol hayatları kısa süren iki futbolcu, bir efsane kötü hakem ve bir spiker çıkardık o kadar. Kalanı hep tribüncü oldu. Sokakta büyüdük desek yalan olmaz. Futbolla büyüdük desek en doğrusu olur. Ayrıca Harbiye’de bulunan Spor Sergi sayesinde basketbola aşık olmuştuk. Yaz başında bugün Kanyon AVM olan yerde Eczacıbaşı’nın eski salonuna ve Gümüşsuyu’na İTÜ Salonuna turnuva izlemeye giderdik. Sezon başlayınca Spor Sergi merkez karargah olurdu. Hafta içi gündüz futbol kupa maçları ve avrupa kupaları için Ali Sami Yen’e ve İnönü’ye yerleşirdik. Fenerbahçe stadı ile Anadolu yakasını keşfettik. Eski Burhan Felek Salonu’na basket ve voleybol maçına götürmüştü büyüklerimiz ancak kendimiz bulamazdık yerini o seneler. Zaten Fenerbahçe voleybolda yoktu. Fenerbahçe yoksa önemi yoktu filenin üstünden top atılan o oyunun. Dereağzı tesislerinin yeri başkaydı. Anadolu yakasında bildiğimiz en iyi kara parçasıydı orası. Mecidiyeköy Tekelin önünde bulunan duraktan sahilden giden Bostancı otobüsüne biner ve Dereağzı’na ulaşırdık. Fenerbahçe antrenmanı izlemek faaliyetlerin en güzeliydi. Lunaparkta masa tenisi oynar, antrenmanı izler, hafta başı sopa hafta sonu baklava etkinliklerini severek takip ederdik.

Neden yazıyorum bunları? Biz futbola ve Fenerbahçe’ye aşık olduğumuzda nasıl bir dünyada yaşıyorduk bilin istedim. Uykudan öncenin renkli yayınlandığı tek kanallı televizyonu, zili çalınca iki sokak öteden duyulan çevirmeli telefonu olan kötü havalarda merdiven boşluklarında gizli hedef, king, ohel, 3-5-8 oynanan apartmanlarda büyüdük. Bakkalın önünde toplanılıp sabahlara kadar oturulan duvarlarıyla,  gece sadece sesi duyulan ancak kendisi çoğunlukla gözükmeden geçen bozacısıyla, asayiş berkemal diye mi yoksa gece korkudan mı üflediği belli olmayan düdüğüyle süper bekçisi olan sokaklarda büyüdük. Fırına ekmek almaya diye çıkıp Eskişehir deplasmanına giden, karşı apartmanda arkadaşta kalacağım diyerek Ankara treni ile maça giden çocuklardık. Fenerbahçe’nin 1907 tarihinde kurulduğunu bilen ve ötesiyle çok ilgilenmeyen, karşılıksız ölesiye seven çocuklardık. Çocuktuk. Çok şanslıydık. Türkiye futbolunun ve basketbolunun kalbinde yaşıyorduk. Yürüme mesafesi denilebilecek yakınlıkta iki stadyum, 3-4 durak ötede basketbol salonu ile biz 1980-1990 arası Türk Spor Tarihinin en yakın şahitleriydik. Çok mutluyduk çok… Evden aldığımız harçlıka maça gidebilirdik. Maç bileti ucuzdu. Askere bedavaydı. Sadece 3-5 yaşındakiler değil neredeyse boyu uzamamış tüm çocuklar babalarının, abilerinin kolunda, omuzunda girerdi stada salona. Şimdi bir maça gitmek ateş pahası. Formasıydı, montuydu inanılmaz yük. Bizim zamanımızda anneler nineler örerdi atkıyı bereyi. Bayrağımızı terzilikten anlayan akrabaya yaptırırdık. Futbol hakikaten mutluluğumuzdu. TV yayını olmadığı için sokakta radyo başında 7den70e tüm mahallenin takip ettiği Bordeaux maçının verdiği mutluluğu verecek modern stad, salon, 4K yayın yoktu. Ve asla olmayacak!

Sonra büyüdük. Futbol hatta tüm spor endüstriyelleşti. Çocukluğumuzun futbolunu, basketbolunu, kulübünü çaldılar bizden. Arsamıza binalar diktiler, Parklarımızı küçültüp iki salıncak üç banka mahkum ettiler. Radyomuz gitti, televizyonlar ücretli oldu, gazeteler kalitesizleşti. Çaldılar bizi biz yapan ne varsa. Yani biz büyüdük ve kirlendi dünya…

Devamı için…